24 Ocak 2023 Salı
EGZOTİK YAĞLAR
MAKİNE SEKTÖRÜNDE MASA BAŞI HAYALLER
ÇUMRA İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ ALTUNYALDIZ OKUL ZİYARETLERİNE DEVAM EDİYOR
Plusnet internet nedir? Yorumları...
Pankobirlik Genel Başkanı ve Konya Pancar Ekicileri Kooperatifi Yönetim Kurulu Başkanı Ramazan Erkoyuncu'dan Teşekkür
ÜÇAYLAR YENİ BİR BAŞLANGIÇ OLSUN MANEVİ HAYATIMIZDA
Bizlere bazen uzun gelse de, olmayacak hayallerin peşinden -daha zaman var diyerek- koşsak ta ömür çok kısa. Bu kısa hayatın sonucunda bahtiyarlardan olmak, iman ile son nefesi vermek için kısa hayatımıza katmamız gereken birçok değer var. Bu değerlerin başında ise iman gelmektedir. Yüce Allah kullarının kısa hayatlarını imanla geçirmeleri ve bu vesile ile ebedi hayatları olan ahiret hayatında kurtuluşa erenlerden olmaları için birçok fırsatlar sunmuştur. Bu fırsatların en önemli zaman dilimine kavuştuk. Recep, Şaban ve Ramazan aylarını kapsayan üç aylara yarın 23 Ocak Pazartesi itibariyle girmiş olacağız. Bu sebeple Yüce Rabbimize binlerce hamd ediyoruz. Bizleri bu zamanlara eriştiren, imana kavuşturan, Ümmet-i Muhammed olmayı bizlere nasip eden Rabbimize şükürler olsun.
İslâm dünyasında her yıl manevî bir iklimin hüküm sürdüğü ve ramazan bayramıyla sona eren üç aylar, müslümanlara dinî hissiyat ve ibadet yoğunluğu eşliğinde gündelik hayatlarını sorgulama, yenileme ve zenginleştirme fırsatı sunmaktadır. Üç ayların faziletine dair Hz. Peygamber’den nakledilen rivayetlerin yanı sıra dinî kültürde mübarek sayılıp kutlanan Regaib, Mi‘rac, Berat ve Kadir gecelerinin bu aylarda yer alması üç aylara ayrı bir önem verilmesine, ibadet, dua, zikir ve hayırlı işlerle daha fazla meşgul olunarak dinî duyarlılığın daha yoğun olarak yaşanmasına zemin hazırlamıştır.
Üç aylarda yerine getirilmesi gelenek halini almış nâfile ibadetlerden biri oruçtur. Receb ve şâban aylarının tamamının oruçlu geçirilerek ramazanla birleştirilmesi “üç aylar orucu” şeklinde adlandırılır. Ramazan ayında kasten bozulan oruçtan dolayı yerine getirilmesi gereken iki aylık kefâret orucunun receb ve şâban aylarında tutularak böylece üç ayların oruçlu geçirildiği de görülmektedir. Üç aylar orucunun âdet haline gelmesinde, bu ayların faziletine dair Hz. Peygamber’den nakledilen rivayetlere dayanıp ramazan ayını dinî duyarlılık ve ibadet yoğunluğu içinde karşılama niyetinin etkili olduğunu söylemek mümkündür. Resûl-i Ekrem’in şâban ayında diğer aylara oranla daha fazla oruç tuttuğu, bazan da tamamını oruçlu geçirdiği hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, “Ṣavm”, 52; Müslim, “Ṣıyâm”, 175, 176). Ancak Resûlullah’ın receb ve şâban aylarını birleştirerek aralıksız oruç tuttuğuna, böylece üç ayları oruçlu geçirdiğine dair sahih kaynaklarda herhangi bir rivayet mevcut değildir. Belirli günler dışında her zaman nâfile oruç tutulması mümkündür; ancak fazileti hakkında hadis bulunan ya da belirli zamanlarda tutulması tavsiye edilen nâfile oruçlar arasında üç aylar orucu mevcut değildir.
Receb ayının fazileti ve bu ayda oruç tutulmasıyla ilgili rivayetlerin zayıf olması dolayısıyla bu orucun hükmü hakkında âlimler değişik görüşler ileri sürmüştür. Bazı âlimler receb ayında oruç tutmayı müstehap kabul ederken bazıları, receb ayına özel bir kutsiyet atfedilmesi ve halkın bunu zorunlu bir ibadet şeklinde algılaması endişesiyle bu ayda oruç tutmayı sakıncalı görmüştür. Bir kısım âlimler de özellikle receb ayının tamamını oruçlu geçirmeyi hoş karşılamamıştır. Şâban ayının büyük kısmını ya da tamamını oruçlu geçiren Hz. Peygamber ramazan dışındaki en faziletli orucun şâbanda tutulan oruç olduğunu ifade etmiştir (Tirmizî, “Zekât”, 28). Bundan dolayı şâban ayında oruç tutulması çoğunluk tarafından mendup sayılmakla birlikte Resûl-i Ekrem’in ramazan ayından başka hiçbir ayın bütününü oruçlu geçirmediğine dair hadislere (Buhârî, “Ṣavm”, 52; Müslim, “Ṣıyâm”, 175, 178) ve şâbanın on beşinden sonra orucun terkedilmesine yönelik rivayetlere dayanan bazı âlimler, orucu farz olan ramazan ayına şevkle girmeyi zorlaştıracağı düşüncesiyle bu ayın ikinci yarısında oruç tutmayı mekruh görmüştür.
Dinî gelenekte üç aylara önem verilmesinin sebeplerinden biri de bu aylarda bulunan kandil geceleridir. Receb ayının ilk cuma gecesi Regaib, aynı ayın yirmi yedinci gecesi Mi‘rac, şâban ayının on beşinci gecesi Berat ve ramazan ayının yirmi yedinci gecesi Kadir gecesidir. Regaib ile Berat’ın kutsallığı kesin olmadığı gibi bu gecelerde ifa edilecek ibadetler hakkında kaynaklarda sahih hadislere rastlanmamaktadır. Kandil gecelerinin en önemlisi Kadir gecesidir. Aynı adı taşıyan sûrede Kur’an’ın inmeye başladığı bu gecenin bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilmektedir (el-Kadr 97/1-3). Kadir gecesinin ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rastladığı görüşü âlimlerin çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. Üç aylarda nâfile namaz kılınması, itikâfa girilmesi, bu aylarda yedi sene oruç tutulduktan sonra kurban kesilmesi gibi özel ibadet şekilleri kaynaklarda yer almamaktadır. Üç aylarda vefat eden kimsenin sorgusunun yapılmayacağı yolundaki inanışın da aslı yoktur.
Ebedi hayatımızı dünyada yaşadığımız şu kısa hayatımız belirleyecektir. Allah’ın razı olacağı, emirlerin yerine getirildiği, yasaklarından kaçınıldığı ve insanlığa göndermiş olduğu son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s)’e uyulduğu takdirde ebedi hayat olan ahiret hayatı Cennet olacaktır. Bu sebeple bu gün girmiş olduğumuz bu üç ayları olabildiğince iyi değerlendirmeliyiz. Unutmayalım ki, geçen senelerde bizimle olup da şu an aramızda bulunmayan nice insanlar var ve bir sene sonra üç aylara kavuşma imkânımız bizimde olmayabilir.
Üç önemli ay: Recep, Şaban, Ramazan
Dört önemli gece: Regaib, Miraç, Beraat, Kadir
Üç aylar kameri ayların yedincisi olan Receple başlayan, Şaban’la devam eden ve nihayetinde Ramazanla son bulan ayların toplu adıdır.
Üç aylar mevsimi sanki manevi hayatımızı bakıma alacağımız yoğun bir zaman dilimi.
Üç aylar ilahi rahmetin sağanak sağanak yağmaya başladığı zaman dilimi.
Üç aylar Peygamberimizin hakkında duada bulunduğu zaman dilimi.
Üç aylar içerisinde barındırdığı dört önemli gece ile affedilmek isteyenler için bulunmaz bir zaman dilimi.
Üç aylar halini düzeltmek isteyenlere bir fırsat.
Üç aylar rahmetin gazabı geçtiğinin bir sembolü.
Üç aylar Yaratanın yarattığını unutmadığının tezahürü.
Üç aylar Yaratanın yarattığı kullarına karşı gösterdiği sevginin sonucu.
Yüce Rabbim Recebi ve Şaban’ı bizlere mübarek kılsın, bizleri Ramazana kavuştursun. Kendi rızasına uygun işler yapmayı, Habibine layıkıyla ümmet olmayı bizlere nasip etsin.
23 Ocak Pazartesi itibariyle gireceğimiz Üç aylar mübarek olsun.
Bireysel ve toplumsal hayatımızın merkezinde yer alan, çocuklarımızın doğumunda, ölenlerimizin cenazelerinde ve çeşitli merasimlerimizde hep var olan kutsal kitabımız ki; doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt etmemize yardımcı olan bir rehberdir Kur’an’ı Kerim. İsveç’te insansı bir yaratık (insan demeye dilim varmıyor) yakma teşebbüsünde bulundu. Seçtiği yer mazlumların umudu, zalimlerin korkulu rüyası Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği önü. Bundan şunu anlıyoruz.
Adam Kur’an’ı alıp Türkiye büyük elçiliğine geliyor.
İran’ın, Suud’un büyük elçiliğine gitmiyor.
Biliyor ki Kur’an’ın koruyucusu (vesilesi) Türklerdir.
Biliyor ki İslam’ın ön kalesi Türkiye’dir.
Biliyor ki Avrupa için korkulan Türk’tür.
Biliyor ki Türkiye olmadan bir İslam dünyası yoktur.”
“Kur’anın yakılmasını dert etmeyin,
Kur’an-ı yaşamayı dert edinin. .
Enerjinizi kınamaktan daha çok,
Kur’an-ı anlamak ve yaşamak için değerlendiriniz,”
“Şüphe yok ki Kur’anı biz indirdik ve şüphe yok ki onu mutlak koruyacağız!” (Hicr süresi Ayet 9).
Düşünürün birisi, bir gün elinde fenerle gündüz vakti caddede yürürken dikkatli dikkatli yere bakarak bir şeyler arıyormuş. Gündüz vakti elinde fener ile yolda bir şeyler aramasına ve garip davranışlarına bir anlam veremeyen insanlar ona “Ne yapıyorsun” diye sormuşlar. Düşünür, cevap verir: “Adam arıyorum, adam!” der. Onun aradığı adamları bulup bulamadığını bilemiyoruz. Ancak her gün binlerce insanın gelip geçtiği sokaklarda bugünde adam gibi adamlar bulmaya hasretiz.
Mevlana Hazretlerinin güzel bir sözü vardır. “Ne fark eder ki, kör insan için elmas da bir, cam da… Sana bakan kör ise sakın kendini camdan sanma!” İnsanın kendi değerinin farkında olmasının ne kadar önemli olduğunu çok keskin bir dille vurgulaması bakımından önemli bir sözdür Mevlana hz. lerinin bu sözü.
Öncelikle insanın kendi gerçeklerinin farkında olması gerekliliğinden bahsetmek gerekir. İnsan önce kendi değerinin, yapabileceklerinin ve sahip olduklarının ne kadar değerli olduğunun farkında olmalıdır. Daha sonra ise yaşadığı çevrenin, ait olduğu ailenin ve yaşadığı ülkenin gerçeklerinin farkında olmalıdır.
Kendi gerçeklerini net bir şekilde görmeli, kendi gerçeklerinin farkında olmalıdır ki boş hayaller peşinde koşarken aslında sahip olduğu en değerli özelliğini yani insanlığını kaybetmemelidir.
Düşünmelidir insan, sorgulamalı ve araştırmalıdır, sorular sormalı ve cevaplarını bulmak için her kaynağı incelemelidir.
İnsan doğmuş olmak, insan olmak için yeterli midir?
Ne yazık ki insan doğmuş olmak bizleri insan yapmıyor insan doğmuş olan her varlık insan değil… İnsan olmaktan çok uzak insansılar la dolu çevremiz…
Peki insan olmak nedir?
İnsan olmak farkındalık ile başlar. Yani insan olduğunun ve bunun ne anlama geldiğinin farkına varmakla başlar. Allah’ın onu nasıl bir varlık olarak yarattığını idrak etmekle başlar.
Nasıl insan oluruz o zaman?
Bu soruya farklı cevaplar mutlaka verilebilir. Ama Allah’ın verdiği zekayı, aklı, iradeyi doğru kullanmakla, merhametle, şefkatle ve en önemlisi vicdanla insan olunur. Empati duygusu ne kadar gelişmiş ise insan olmaya o kadar yakındır. Kendisini diğer insanların, diğer varlıkların yerine koyabilme yetisini ne kadar arttırırsa işe o oranda da insan olma yolunda büyük ve değerli bir adım atmış olur. Bu güne kadar gelen dinlere baktığımızda çok net gördüğümüz gibi Tanrı insan aynı şeyleri emreder. Öldürmeyin, çalmayın, zina etmeyin, iftira atmayın, gıybet etmeyin vs… Yani kısaca insan olmanın yolunda yapılması gereken en temel kavramları öğretir, yasaklar, emreder, ceza veya mükafaat vaat eder.
Çok zor bir şey midir insan olmak?
Günümüz koşullarında evet zordur insan olabilmek yada insan kalabilmek. Dürüstlüğün prim yapmadığı, her şeyin kokuşmuş bir çark içinde döndüğü bu düzende insan gibi insan olmak ta, öyle kalabilmekte çok zor bir iştir. İnsansa yaratılışı itibarı ile zayıf bir varlıktır. Kolayı seçer ve farkında olmadan insanlığından her geçen gün bir parça kaybeder.
İnsan bedeninin olduğu kadar insan ruhunun da beslenmeye ihtiyacı vardır. İnsan ruhunun gıdası ibadettir. İbadet yerine ruhunu hırsla, öfkeyle, nefretle, acıyla beslerse geriye kalan sadece et, kemik, sinir ve insansı bir fizyolojik yapı olur ama buna da insan demek mümkün değildir.
Acıma duygusunu kaybetmiş, vicdandan yoksun, bencil, çıkar odaklı, menfaatperest, iki yüzlü, nefretle dolu, öfkeli, riyakar bir varlığa insan demek mümkün müdür?
İnsan ruhunu ne kadar beslerse, affetmeyi, unutmayı, kaybetmek yerine kazanmayı öğrenirse, işte o zaman insan olur ve insan olma onurunu da hak ederek taşır. Çünkü insan olmak bir onurdur. İnsan bedeni ve onuru her şeyden üstündür. Bunun farkına varan insan hem kendi onuruna ve bedenine sahip çıkacak, hem de diğer insanların onurlarını ve bedenlerini kirletmeyecektir. Böyle bir insan kendisine yapılmasını istemediği hiç bir şeyi bir başkasına yapmayacaktır. “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” sözüyle Yunus Emre bize bu gerçeği ve Yaratanın yarattığı her şeye hoşgörü ve sevgiyle bakmamız gerektiğini yani insan olmanın ve insan kalabilmenin yolunu göstermiş oluyor.
Ve Allah kendini insan zanneden bütün insansı varlıklara da biraz akıl, fikir, vicdan nasip etsin., kalplerindeki mühürleri kaldırsın ve onları gerçekten insan olma onuru ile taçlandırsın….
İNSAN OLALIM VE İNSAN KALMAYA GAYRET EDELİM…
Bugün kü yazımızda toplumun inşasında önemli bir fonksiyon icra eden, toplumun çekirdeğini oluşturan, bir milletin geleceğinin inşa edildiği, toplumlarda kültürel kimliğin, insani değerlerin ve tarihi sürekliliğin koruyucusu ve aktarıcısı olan aile kurumunu oluşturan bireylerin hak ve sorumluluklarından bahsedeceğiz.
Aile, kutsal bir çatıdır. Allah’ın tesis ettiği ve devamını istediği bir yuva… Dağılmasından arşın titrediği bir birliktelik.
İslam toplumunda kadın-erkek ilişkilerinde temel değerleri İslâm’ın iki ana kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünneti belirlemiş, toplumlar bu değerlere bağlı olarak kültürlerini oluşturmuşlar. İslam evlilik hayatına başlayan kadın ve erkeğin her birine hem hak hem sorumluluk yüklemiştir. Hak ve sorumlulukların doğru tespiti önemlidir. Çünkü evli çiftlerden birinin sadece haklarından söz edip sorumluluklarını yok saymak ya da hiç gündeme getirmeme mutlu bir ailenin idamesinde birçok problemler ortaya çıkmaktadır.
Yüce Allah kainatta her şeyi erkekli ve dişili olarak çift yaratmıştır. Konuyla ilgili ayeti-i kerimede:
“Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli-dişili) iki eş yarattık.” buyrulmaktadır. (Zariyat, 51/49)
İnsan da aynı kanun gereği çift olarak erkekli ve dişili yaratılmıştır. İlk insan ve ilk peygamber Adem (a.s.)ı, topraktan yaratan Cenab-ı Hakk ondan da eşi Havva validemizi yaratmıştır. Bu konuda da Kur’an-ı Kerimde: “Allah sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini de ondan var edendir” buyurulmaktadır. (A’raf, 7/189)
İnsan neslinin devamını ve meşru bir şekilde çoğalmasını sağlamak için nikah yoluyla evlenme emredilmiş; fıtrata ve ahlaka aykırı; nesle, nefse ve sosyal hayata zararlı olan zina ve fuhuş haram kılınmıştır. Ana babaya, velilere evlenme çağına giren bekarların evlendirilmelerini emreden Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır:
“Sizden bekar olanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden durumu uygun olanları evlendirin. Eğer bunlar yoksul iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah lütfu geniş olandır her şeyi bilendir.” (Nur, 24/32)
Aileyi oluşturan eşlerin birbirlerine karşı görevleri vardır.
Bir kısım hak ve sorumluluklar vardır ki hem kadın hem erkek için ortaktır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz.
1- Eşlerden her biri diğerine karşı davranışlarında empati ile hareket etmelidir.
Aile hayatının huzurlu şekilde devam etmesi için eşlerden her biri kendisini diğerinin yerine koymalı, kendisine yapıldığında hoşuna gitmeyecek davranışı eşine yapmamalıdır.
2- Sevgi, saygı ve merhamet
Muhabbet ailenin mayası ve gıdasıdır. Sevgi aile bireylerini birbirine bağlayan en güçlü bağdır. Muhabbetin azaldığı ve hoyratça yıpratıldığı hallerde, aile sarsılmaya başlar. Aile kurumu baştan sona, yani ilk adımdan son nefese kadar karşılıklı sevgi, saygı, sadakat, fedakârlık, feragat ve yeri gelince karşısındakini kendine tercih olan isar (kendisi muhtaç olduğu halde nefsinden feragat edip bir başkasını tercih etme) denilen yüce ahlakı zorunlu kılan temel bir müessesedir. Bu vasıflarla donanmış bir aileyi Allahın izniyle hiçbir problem sarsamaz. Halbuki modern telakkilerle yetişen insan; egoist, pragmatist ve haz düşkünü olma yönünde hızla ilerlemekte ve andığımız erdemlerden uzak bir terbiye ile yetişmektedir. Bu yetişme tarzının tabii bir neticesi olarak, eşler arasında insani bir davranış olan karşılıklı güven, saygı ve sevgi duyguları zamanla zayıflarken bu sonuç ailelerin dağılmalarına sebep olmaktadır.
3- Eşler Birbirini İbadete ve Hayra Teşvik Etmeli
İbadet ve hayır işlerini eşlerin birlikte yapmaları aile içerisinde mutluluğu artırır. Bunun için eşlerden her birinin, ibadet ve taatini önce kendisinin yapması, sonra da buna eşini teşvik etmesi güzel olur.
Peygamberimiz (s.a.v) kendisi böyle yapmış, ümmetini de buna teşvik etmiştir.
Hz. Aişe (r. anha) anlatıyor: “Resulullah (a.s) Ramazan ayında, diğer aylarda görülmeyen bir gayrete girerdi. Ramazanın son on gününde ise çok daha şiddetli bir gayrete geçerdi. Son on günde geceyi ihya eder, ailesini de (gecenin ihyası için) uyandırırdı.
4- Eve ve çocuklara karşı her ikisinin de sorumlulukları vardır
Nitekim Peygamberimiz kişilerin sorumluluklarını hatırlatan hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes’uldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’uldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes’uldür.”
Hadisi şerifte yalnız erkek değil kadınında sorumluluklarından bahseder. Çocukların sağlık ve eğitiminden her ikisi de sorumludurlar.
Ebeveynler, kendi anne babalarına hürmette kusur etmeyerek çocuklarına iyi bir evlat olmayı, karı-koca olarak birbirlerine karşı ma’ruf ölçülerde davranışlar sergileyerek huzurlu bir evliliği, çocuklarıyla İslami değerlerin de öğretildiği iyi bir iletişim kurarak onlara iyi bir anne baba olmanın ilkelerini öğretmiş olurlar.
5- Eşler her biri diğerinin akrabalarına karşı saygı ve hürmette kusur etmemelidir
Kendi ailesine karşı sevgi ve saygı bekleyen eş, önce kendisi bu saygı ve sevgiyi eşinin ailesine karşı göstermesi; saygı ve hürmette kusur etmemesi gerekir. Çünkü sevgi de nefret de karşılıklı oluşan bir duygudur.
6- İffetli olmak
İslam, Müslümanları zinadan korumaya çalışır. Müslüman erkekler ve kadınlar, namuslarını korumak, avret yerlerini örtmek ve başkasının avretine bakmaktan sakınmakla sorumlu tutulmuştur.
7- İyi Geçim İçin Gayret Etmek
Sabır, tahammül ve iyi niyet esas alınarak karşılıklı kusur ve aksaklıkların üstesinden gelmeye çalışılmalıdır.
Kuranı Kerimde Yüce Allah;
“Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz. “( Nisa, 4/ 19) buyurarak erkeklerin eşlerine yumuşak, hoşgörülü ve sabırlı davranmasını, insanın hoşlanmadığı bir şeyinde hakkında hayırlı olabileceğini belirtmiştir.
8-Eşler Birbirine Emanet Olarak Verildikleri Şuuru ile Sabırlı Davranmaları gerekir
Hz. Peygamber’in Veda Hutbesinde “Ey insanlar! … siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız” buyruğu hatırdan çıkarılmamalı ve emanet sahibine karşı sorumluluk bilinci ile hareket edilmelidir. Eşler birbiriyle iyi geçinmek ve bu hususta fedakar olmalıdırlar.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde “Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğz etmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” buyurarak arzu edilmeyen bir huy sebebiyle hemen kadını boşama yolunun tercih edilmemesi, bilakis onun güzel ve olumlu yönlerinin dikkate alınmasını öğütlemiştir.
9- Sadakat, güven, vefa ve dürüstlük
Evlilik kurumunun devamında eşler arası güven ve sadakat önemlidir. İletişimsizlik veya sahte davranışlar eşler arasındaki güvensizliğin belirtileridir. Karşılıklı güveni sarsacağı için yalandan sakınmak gerekir. Yalanın beyazı olmaz, yalan kirlidir.
10- Çok küçük sıradan işlerde bile istişareye önem verilmelidir
Bilindiği gibi istişare, bütün kurumsal yapıların işleyişinin ana dinamiğidir. Hz. Peygamber şura ilkesini hayatı boyunca birçok konuda hassasiyetle uygulamıştır. Ailesinde de aynı duyarlı tutumu göstermiştir. Peygamberler dünyanın en akıllı ve zeki insanları arasından seçilir ki peygamberlere ait sıfatlardan “fetanet” bunu ifade eder. Buna rağmen Hz. Peygamber yapılacak pek çok işte eşleriyle istişare ederdi.
Kocanın da karısına görevleri vardır ve şöyledir.
1- Koca eşine mehrini cömertçe vermelidir.
Evlenme sırasında erkeğin kadına ödediği veya ödeyeceğini taahhüt ettiği para veya mal (MEHİR) kadının hakkıdır.
“Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile (cömertçe) verin; eğer gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da afiyetle yeyin. (Nisa, 4/4)
2- Nafaka: erkeğin tüm aile fertlerine karşı önemli görevi helalinden nafakalarını sağlamaktır. Nafaka kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yiyecek, giyecek ve konut giderlerini karşılamak demektir. Nikah işlemi tamamlanınca, kadının nafakası normal ölçüler içinde kocaya aittir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“Annelerin beslenmesi ve giyimi, uygun bir şekilde çocuk babasına aittir.”(Bakara, 2/ 233)
Koca, karısının nafakasını temin etmek, giyecek, yiyecek ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Kuşkusuz bunların tespitinde, adamın maddi durumu ve toplumun geleneği esas alınır.
Burada şunu da belirtelim. Boşanma gibi durumlarda kadının hakkı olan nafakayı süresiz alması gibi bir durum ortaya çıkmaktaki bununda kanunda düzenlenmesi gerekir. Sadece nikah kıyılmış yıllarca nafaka ödeyen bir insan nafakanın artırılması mahkemesine nişanlısı ile gelen bir kadın parasızlıktan evlenemediğini nafakanın arttırılmasını talep ettiğini basından okumuştum. Allah muhafaza böyle durumlar istenmeyen neticeler doğurur ki bu hiç istemeyeceğimiz bir sondur.
Kadınında kocasına karşı görevleri vardır.
1- İtaat: İtaat, kadının kocasına karşı yerine getirmek zorunda olduğu ilk yükümlülüklerden birisidir.
“Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah azizdir, hakimdir.” (Bakara 2/228)
Kadın, kocasına itaat etmek, meşru isteklerine karşılık vermek zorundadır. Ayrıca rızası olmadan, evin dışına çıkmak, malını saçıp savurmak, ev işlerini ihmal etmek gibi evlilik hayatını karşılıklı nefrete ve sonuçta da ayrılığa doğru götüren olumsuzluklardan kaçınmalıdır.
Günümüzde bazı anlayışlar, aileyi sınırsız özgürlüğünün önüne konulmuş bir engel olarak görmektedir.
Sabitelere sırt çevirerek yeni yeni roller ve modeller üretme çabası günümüz kadınını şöyle bir noktaya getirmiştir: Kocasına değil başkalarına güvenen, bir başka ifade ile koca merkezli değil, başkalarının oluşturduğu kişi, grup, düşünce merkezli bir kadın tipi ortaya çıkmış ve bu tip, kocasından başka herkese karşı itaatkar ancak kocasına karşı ise isyankar bir davranış tarzı geliştirmiştir ki bu durum ailelerin dağılmasındaki en önemli etkenlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır
2- Onuru korumak: Kadının en önemli görevlerinden biri kocasının onurunu korumaktır. Onun adını lekelememektir. Bir kadın kocasının hoşlanmadığı şeylerden kaçınmalıdır. Açık – saçık dolaşmak, kocasının sırlarını ifşa etmek, adamın bilinmesini istemediği şeyleri (yoksulluk vb.) sağda solda anlatmak gibi kötü huyları terk etmelidir.
3- Kocasının kazancını, malını muhafaza etmek ve israftan sakınmak
Ailede huzur, karşılıklı iyi ahlakla sağlanır. Kadın ve erkeğin, birbirlerine iyi davranmaları, çocuklar tarafından örnek alınır. O evde büyüyen çocuklar da İslam’ın övdüğü ahlaki değerlere sahip olurlar.
Hayatımızın en önemli zaman dilimi olan, gelecek nesillerin yetiştiği ortam olan aile dünya cennetini bizlere yaşatacak ortamların başında gelmektedir. Bu birlikteliği sevgi ve saygı çerçevesinde, anlayışla, hak ve hukuka riayet ederek devam ettirirsek, her günümüz bir öncesinden daha güzel olacaktır. Hüzünler, sıkıntılar, dertler, hayatın zorlukları sağlam bir aile birlikteliğimizde en aza inecek, sevinçlerimiz, neşelerimiz, mutluluklarımız ve huzurumuz aynı zamanda en ulvi noktalara çıkacaktır.
Aile içindeki küçük tartışmalar ciddiye alınmamalı ve kavga etmekten de kaçınılmalıdır. Şiddetli geçimsizlik ve kavgalar sonunda parçalanan ailelerin sayısı az değildir. Son yıllarda boşanma olayları artmıştır. Boşanma sonunda aileler perişan olmakta, aile ortamından uzakta yaşayan çocuklar da istenildiği gibi eğitimlerini yapamamaktadırlar. Sonuçta, kendisine yeterince güvenmeyen, problemler karşısında bocalayan ve başarı seviyesi düşük bir gençlik ortaya çıkmaktadır. Bu ise, memleketimizi her alanda olumsuz olarak etkilemektedir.
Ailede huzuru ve mutluluğu sağlamak için sevgi ve saygı şarttır. Aile bireyleri arasındaki sevgi, saygı ve bağlılık da tek taraflı değil karşılıklı olmalıdır.
Netice olarak diyebiliriz ki, İslam dini fıtratın bir gereği olan evlenmeyi, sağlıklı nesiller yetiştirmeye vesile olan aile müessesesinin kurulmasını gerekli ve önemli bulmuş ve karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve sorumluluklarının bilincinde olan mutlu bir aile yuvasının oluşturulmasını hedeflemiştir. Gençleri evlenmeye ve aile kurmaya davet eden Sevgili Peygamberimiz yaptığı mutlu evliliklerle bizlere her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek olmuştur. Gayri meşru ilişkilerin alabildiğince yaygınlaştığı ve özendirildiği günümüzde kendimizi ve çocuklarımızı korumaya alabilmemizin en güzel yolu mutlu bir aile yuvası olduğunda şüphe yoktur.
Bugün ki yazımızı Furkan Suresi 74. Ayetin meali ile sonlandıralım.
“Onlar, “Ey rabbimiz!” derler, “Bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet; bizi günahtan sakınanlara öncü yap!”
Dini bir terim olarak bid’at, Hz. Peygamber (s.a.s)’den sonra ortaya çıkan, Kitap ve Sünnette hükmü bulunmayan, dolayısıyla dini bir delile dayanmayan, ayrıca ashabın, tabiinin ve müçtehit imamların görüşlerine aykırı olan anlayış, fikir, fiil ve davranışlar şeklinde tanımlanmıştır.
Akla ve gerçeğe aykırı olan düşünce, hoş etki bırakan yalan söz, haber ve eylem demektir. Bir başka ifade ile dinin özünde olmayan, bir takım yollarla sonradan dine sokulan, toplumda dini inanç ve ibadet gibi kabul gören söz, fiil ve davranışlardır. Bu bağlamda hurafe, “boş inanç” ve bilgi alanının dışında kalan, gerçekle bağlantısı bulunmayan varsayımlara inanmaktır.
İslam dini açısından değerlendirdiğimizde; Kur’an-ı Kerim ve hadislere dayanmayan uydurulmuş masallar hurafe kapsamına girer. Bunlar; din adına ileri sürülüp benimsenen, fakat bilimsel temeli olmayan şeylerdir. Diğer bir ifade ile hurafe, medeniyetin ilerleyişi sonucunda inanç biçimlerinin farklılaşması ile birlikte ortaya çıkmıştır.
Özellikle dinler tarihi incelemeleri, toplumların, dinden uzaklaşıp dinin yerine hurafe ve cahili kalıntıları benimsediklerini çeşitli örneklerle dile getirirler. Halk tabakalarının eski dinlerinin tören ve geleneklerinden ayrılamadıklarını, bütün kitaplı dinlerin tarihleri göstermektedir. Peygamberin öğrettikleri dinin esasına sadık olan din bilginleri, her yerde bu hurafelerle mücadele etmişler, insanları bunlardan uzaklaştırmaya çalışmışlardır.
Sosyal hayatın her alanında var olan hurafeler, eski inançlardan arta kalan kırıntıların, din, örf, adet ve kültür olarak ortaya çıkmasıdır. Her toplumda var olan hurafelerin dinle bağlantılarının olup olmadığı incelenmiş, insanların
istifadesine sunulmuştur.
Hurafe ve bid’atların inanç dünyamıza sirayet edip inancımızı nasıl örselediklerini ve yanlış inançlara yol açtıklarını şöyle açıklayabiliriz.
İlahi dinlerin esas ve ilkelerinden sapmalar, her devir ve toplumda olmuştur. Bir dinin ibadet, ayin ve ritüelleri başka bir dini etkilediği gibi hurafe ve bid’atların da hastalık gibi geçtiği görülmektedir. Bu tür anlayışlar genellikle
sahih dini metinlere, inançlara ve değerlere ilgisiz kalındığı zamanlarda daha belirgin hale gelmiştir. Bu bağlamda Yahudilik ve Hıristiyanlıktan gelen bazı bid’at ve hurafelerinde İslam dinine geçtiği görülmektedir. Bu sapmalar ilahi
din kaynaklı olabileceği gibi ilahi olmayan din kaynaklı olması da mümkündür. Bütün dinlerde bir “üç dünya” öğretisi de vardır: Ruhun, canın ve bedenin dünyası. Can ve beden “bu dünya” dediğimiz şeyi oluştururlar. Ruh dünyası ise, bu dünyanın ötesindedir ve beşeri melekelerin kapsamı dışındadır. Can ile ruh arasındaki rabıtayı sağlayan araç, zeka denilen insanüstü bir melekedir. Bu Hıristiyanlık ve İslam’da “Kalp gözü” diye adlandırılan bir melekedir.
Hıristiyanlıktan İslam’a, misyonerlik faaliyetlerinin etkisiyle de birçok hurafeler girmiştir. Bilhassa bu dinin ve mensuplarının bazı yanlış söz ve ifadeleri, atasözleri veya güzel söz şeklinde kültürümüzde yer etmiştir. Halk arasında kullanılan, “Allah-baba bizi korusun. İslam dini kılıçla yayılmıştır. Müslümanları İslam dinini geri bırakmıştır, her koyun kendi bacağından asılır, bal tutan parmağını yalar, üzümü ye bağını sorma, cehennem kapısını hocalar açacak, inanma dostuna saman kor postuna, yiğidin silahı inkardır… gibi sözler bunlardan sadece birkaçıdır. Aynı zamanda bazı misyoner teşkilatları halka çeşitli bildiri ve broşürleri dağıtmak suretiyle, ayrıca son yıllarda teknolojinin yaygın kullanılmasıyla internet üzerinden insanların itikadını sarsmaya çalışmaktadırlar. Bununla beraber Hıristiyan ibadet yerleri olan kiliselerde mum yakmak, ayazmalardan şifa bekleyerek su içmek, buralarda bulunan havuzlara dilek
tutarak para atmak, türbelerde dilek tutup bez bağlamak ve Hristiyanlıkta yaygın olan şirinlik muskaları yaptırılması, iki bayram arasında nikah kıyılmaması, kapı eşiğine nal çakılması, kurşun ve bakla dökülmesi gibi uygulamalar, Müslümanlar arasında yaygın olan hurafeler olup çeşitli yollarla Hıristiyanlıktan İslam kültürüne geçmiştir. Yine bu bağlamda yedinci çocuğun şifa verme gücünün olduğu, cadıların büyü yapmak için kullandığına inanılan sağ
işaret parmağının kullanılmaması, evlerin kapılarına at nalı asılması, uğursuzluk getireceğine inanılmasından dolayı on üç sayısının kullanılmaması, aynanın kırılmasının uğursuzluk getireceği, kötü ruhları savmak için ahşap bir nesneye
vurulması, baykuşun ötüşünün ölüm habercisi olduğu, kara kedi görenlerin belaya maruz kalacağı, ölü ruhunun geri dönmesini önlemek için siyah giyilmesi gerektiği gibi hurafeler Hristiyanlıktan geçmiştir. İslam’a giren hurafelerin bir kısmı, İran kaynaklıdır. İran bölgesindeki insanlar, eski dini inançlarını unutamamışlar, o hal ve inançlarını taşıyarak İslam’a girmişlerdir. Daha sonra bunlara Hint ve Yunan felsefesi de eklenmiştir. Müslümanlar, Kadisiye Zaferinde İran Devletine büyük bir darbe vurarak siyasi hükümranlığına son vermiş ise de İran kendi felsefesinde bir değişiklik yapmamıştır. İslamiyet’in ulu ve sade hükümleri İranlılarca tam benimsenememiştir. Bu nedenle zaman zaman İranlıların kurdukları mezhep ve fırkalar, İslam inancını batıl fikirlerle etkilemeye çalışmışlardır.
Türklere gelince bunlar da ilk dönemlerde Şamanizm’den İslamiyet’e geçişi yüzyıllar öncesine dayanmakla birlikte günümüzde Şamanizm’den kalan birçok adet ve geleneğin hala yaşatıldığı görünmektedir. Örneğin, bir kimse yola çıkmadan ardından su döküldüğünde, su gibi akıcı şekilde gidip geleceğine inanılır. Kurşun dökme geleneğiyle, hayatımızdaki olumsuz şeylerin, nazarın ve ağrının çıkıp gideceğine inanılır. Bazı kaynaklarda, Şamanizm’den gelen
bu hurafeler “Kut dökme” ya da “Kut kuyma” olarak da tanınmıştır. Fal baktırma olayı da Şamanizm inancında var olan ve kolayca bırakılamayan bir alışkanlık halini almıştır. Dinler tarihi araştırmacıları hurafe ve batıl inanışların hemen hepsinin temelinde ecdada bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin derin izlerinin bulunduğunu bildirmektedirler. Bazı yaratıklarda üstün güç ve nitelikler görerek, onların yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda kurbanlar sunmak gibi yanlış inançlar, insanlığın, tarih içinde sıkça görülen yanılgısı olmuştur. Kendilerini bu yanlış ve yanılgıdan kurtarmaya çalışan peygamberleri ve inananları “uğursuzluk” sebebi olarak suçlayan milletler bile görülmüştür.
Hurafe ve bid’atların sebepleri arasında “kültür”ü de sayabiliriz. Ekip biçmek sözcüğünden geldiği kabul edilen kültür; bireyin düşünsel, inançsal ve duygusal etkinlikleri sonucunda ortaya çıkan yaratılar, değerler ve nesiller boyu aktarılan davranışlar bütünüdür. Diğer bir ifade ile kültür: insan tarafından üretilen, öğrenilip aktarılabilen, değişen ve değiştiren, ideali işaretleyen anlam haritalarıdır.
Kültürün önemli bir unsuru olan din insanlığın başlangıcından bu yana insanla birlikte var olan, içerdiği inanç ve ibadet ilkeleriyle daima kültürler üzerinde büyük etkisi olan bir olgudur. Her toplumda olduğu gibi Müslüman
Türk toplumunda da inançlar, kültürü ve yaşama biçimini, kültürler ise inanç değerlerinin bir kuşaktan diğer kuşağa aktarılmasında etkili olmuştur.
Halk arasında yaygın olan inançların büyük bir kısmı, dini ve milli kültürümüzün zenginliğinden kaynaklanmaktadır. Fakat buna rağmen yanlış inanç ve uygulamaların olduğu da bir gerçekliktir. Anadolu’da yeni doğan çocuğa nazar boncuğu takmak, gelenek haline gelmiştir. Bu tür uygulamalar, hurafelere inanmayanlarda da geleneğe dönüşmüştür. Aslında hurafeler atalarımız tarafından bizlere anlatılan inanç ve alışkanlıklardır. Hurafe denmesinin nedeni, modern dünyamızda mantıklı veya bilimsel açıklaması olmamasıdır. Hurafeler zamanla nereden geldiği unutulup, toplumda değişik hikâyelerle beslenerek nesilden nesile aktarılır. Günümüzde birçok hurafe, yüzyıllar öncesindeki dini inanışların ve kültürlerin kalıntısıdır.
İslam Alimleri dinin Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği şekliyle muhafaza edilmesi ve İslamiyet’in bekasının sağlanması yolunda son derece dikkatli davranmışlardır. Buna rağmen birçok gelenek ve görenek din olarak algılanmış bu da bid’at ve hurafelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Zaman içerisinde bunların bir kısmı halk tarafından benimsenmiştir. Bid’atların ortaya çıkmasında İslami esas ve hükümlerin İslamiyet’e yeni girenler tarafından yanlış anlaşılması ya da eski kültür mirasının etkisiyle yanlış yorumlanmasının etkisi büyüktür. Bunun yanı sıra bilgisizlik sebebiyle İslam’da olmayan bir düşünceyi veya inancı dinde varmış gibi algılanması, gördüklerine, işittiklerine ve alıştıklarına uyması, yanlış da olsa o telakkiden ayrılmak istememesi gibi sebepler de bid‘atların ortaya çıkmasında ve yayılmasında etkili olmuştur.
İnsan, türlü yollarla kendisine ulaşan bid’at ve hurafeleri de en ufak bir eleştiri süzgecinden geçirmeden benimseyebilmektedir. Örneğin; yolculuğa çıkan birinin arkasından su dökmek, merdiven altından geçmemek, gece tırnak kesmemek, hapşıran birisine “çok yaşa!” demek vb. anlayış ve inançlar insanlık tarihi kadar eskidir. Teknoloji ve bilimin ilerlemesine rağmen günümüzde, hurafeler hala devam etmektedir.
Psikolojik etmenlerin yanında bir diğer faktörde geleceği bilme arzusudur. Her insanda doğuştan geleceği(doğum ya da ölüm tarihini) bilmek ve doğa kanunlarına hakim olmak merakı ve arzusu bulunmaktadır. Bu, binlerce yıl
önce de böyleydi, bugün de böyledir. İnsanlar, kuş sesleri ve köpek havlamalarından, tavuğun yem yemesinden, kazların gagalarıyla vuruşlarından geleceğe dair bir şeyler çıkarmaya çalışmışlardır. Gerçekten de, geleceği bilmek arzusu birçok hurafenin doğmasına yol açmıştır. İnsanlık tarihi boyunca insanın geleceğini bilme merakı birçok kurum ve kuruluşlar tarafından istismar edilmiştir. Bu kurumlar geleceği bildirmede çeşitli yayın organlarını kullanmışlardır. İstismarı destekleyen bu tür yayınlar, hurafelerin yayılmasında etkin bir rol oynamaktadır. Bugün, dünyanın her yerinde, günlük gazetelerden internet sitelerinde, kitaplarda el falı, yıldız falı vb. fallarla astrologların gelecek aylara ve yıllara dair kehanetlerine büyük yer verilmektedir.
Eşyanın mahiyetini ve doğa kanunlarını bilmemek de toplumlarda hurafelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş ve bazı objelere farklı anlamlar yüklendiği görülmüştür. İnsanlar, günlük hayatta kullandığı eşyalara (bıçak, ip, kilit vs.)
çeşitli güçler atfetmiş ve bu eşyaların bu güçleri sayesinde kullanabileceğine inanmıştır. Bunun aksini yapmanın uğursuzluğun olacağına ve salgın hastalıkların çıkacağına inanmıştır. Aslında bugün günümüz modern insanı da izah
edemediği olaylara karşı metafizik dünyadan sebep arama ihtiyacı içindedir. Örneğin I. Dünya savaşı sonlarına kadar Viyana Üniversitesi’nde Ord. Prof. Olan Commor adında bir Katolik alim, depremi “şeytanın titremesi” diye tanımlamış, dünyanın güneş etrafında döndüğünü kabul etmemiş, büyücü kadınların diri diri yakılmasını istemiştir.
Özellikle de tıptan ümidin kesildiği noktada hurafeler devreye girmektedir. Günümüzde de son dönemde tüm dünyada yaygın olan Koronavirüs (Covit-19) salgın hastalığı hakkında birçok hurafeler yapılmaktadır. Hastaların yaşı kadar Kur’an’dan Hucurat Suresi okunmakta yine Kur’an’ı Kerimde Bakara Suresinin arasında kıl bulunursa bu kılın suya konularak içilmesinin hastalığa şifa olacağı telkin edilmektedir. Bu telkinden yola çıkarak birçok insan, saçından ve sakalından Kur’an’a düşen kılları suya koyup içmiştir.
Hurafelere inanma ihtiyacını ortaya çıkaran bir başka neden de korku duygusudur. Korku duyarlılığını yaratan aşırı heyecan içgüdüleri giderek hurafeleri doğurmaktadır. Psikolojik birtakım korkularını yenmek için medyum veya cincilere başvurmak bunlara örnek olarak verilebilir.
Günümüzde spor kulüpleri de hurafelerin etkisi altındadır, çünkü kulüpler hatta oyuncular hurafelere inanırlar ve geleneklerine bağlıdırlar. Birçok spor kulübü belirli bir topla, belirli bir renk malzemeyle, belirli bir oyuncuyla
oynama gibi alışkanlıklara inanır. Oyuncular; kendilerinin ve oynadıkları kulübün oluşturduğu yanlış inanç dünyasının içinde yer almaktadır.
Çağımızda yaşayan bazı hurafeler de türbe ziyaretleriyle onlara atfedilen güç, yardım ve şefaat beklentilerinden kaynaklanmaktadır. Buralara uğrayanların dileklerinin kabul olacağına, hastalıklardan şifa bulacaklarına inanılmıştır.
Bu arada, söz konusu türbelerde kurban adamak, çevredeki ağaçlara bez bağlamak ve onların ruhaniyetlerinden yardım beklemek de umut ve alışkanlık halini almıştır. Diğer taraftan İslam kültür tarihinde önemli bir yeri olan kabir,
türbe ziyareti ile tekke ve zaviye geleneği toplum içinde yaşayan şeyhlerin, sofilerin müjde ve korku içerikli sohbetleri de bazen hurafelerle süslenmiş ve böylece halk onları sevmeye başlamıştır. Bu sohbetlerde mevzu hadisler ve
gerçeğe dayanmayan birtakım haber ve hikâyeler de kullanılmış ve kısmen kabul görmüştür.
Sonuç olarak; İnsanlık tarihi boyunca eski çağlardan günümüze gelinceye kadar, insanlar arasında hem dini hem de kültürel etmenler aracılığıyla ortaya çıkan birçok hurafeler, dini inançlar gibi korunarak çeşitli yollarla günümüze kadar gelmiştir. Müslümanlar arasında görülen bir takım bid’at ve hurafeler, eski Babil, Asur, Yunan, Hint, Mısır gibi kavimlerden intikal etmiştir. Ayrıca Yahudi, Hıristiyan, Şaman ve Zerdüştlerde bir takım hurafeler İslam dinine girmiştir. Bununla beraber toplumlar ve dinler arasında ortak kabul gören hurafelerde bulunmaktadır.
İslamiyet’i kabul eden çeşitli din mensupları eski dinlerine ait bir takım ritüel ve inançları daha sonra da devam ettirmiş ve diğer Müslümanlara aktarmışlardır. Bu nedenle de İslam’a giren hurafelerin bir kısmı İran kaynaklıdır.
İran bölgesindeki insanlar, eski dinlerini unutamamışlar önceki fikir ve davranışlarıyla İslam’a girmişlerdir. İslamiyet’in sade hükümleri İranlılarca tam benimsenememiştir. Onlar kurdukları mezhep, fırkalar, batıl fikir ve hurafelerle
İslam inancını etkilemeye çalışmışlardır. Türkler de önceki inançları olan Şamanizm’den kalan birçok adet ve geleneği İslam’ı benimsedikten sonra yaşatmaya devam etmişlerdir. Eski Şaman dualarına peygamberlerin, meleklerin, evliya ve şeyhlerin adlarını da eklemişlerdir.
Netice olarak bid’at ve hurafelerin asıl doğuş sebebi, toplumlardaki kültür değişmeleridir. Müslümanlar bazen eski inanışların bir devamı, bazen de başka kültürlerin etkisinde kalarak İslam’ın kabul etmediği örf ve adetlere yönelmişlerdir. Özellikle çaresiz kalan, umudunu kaybeden insanlar bu tür yanlış davranışlara saparak daha çok rağbet etmektedir. Böylece dinlerin pek çoğu, kendi mensupları tarafından zamanla merkeze yerleştirilen hurafeler sebebiyle aslını ve berraklığını kaybetmiştir. Bu nedenle yabancı kültür ve medeniyetlerden inanç, adet, gelenek şeklinde yapılan alıntıları bu çerçevede değerlendirmek, İslam’ın amaç ve ilkeleriyle bağdaşmayanları ise ayıklamak gerekir.
Sözlükte ölçü, miktar, bir şeyi belirli bir ölçüyle yapmak ve belirlemek anlamlarına gelen kader; Allah’ın, ezelden ebede olacak şeylerin zamanını, yerini, özelliklerini, niteliklerini ve nasıl olacaklarını ezeli ilmiyle önceden bilip takdir etmesi demektir. Buna göre kader, Allah’ın ilim sıfatıyla ilgilidir.
Sözlükte hüküm, emir, işi bitirme ve yaratma gibi anlamlara gelen kaza ise; Cenab-ı Hakk’ın ezeli ilmiyle takdir buyurduğu şeylerin sırası geldiğinde, onları, o takdire uygun bir biçimde meydana getirmesini irade edip yaratması demektir. Bu tariften da anlaşılacağı üzere kaza, Allah’ın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarıyla ilgili bulunmaktadır.
Kader, İslam dininde iman edilmesi farz olan esaslardan biridir. Kadere iman, Allah’a iman etmenin bir gereğidir. Bu bakımdan, Allah’a ve sıfatlarına inanan bir insan, kadere de inanmış olur. Kısacası kader, her yönüyle tevhit inancına dayanmaktadır. Dolayısıyla kaza ve kadere inanmak, iman ve küfür, sevap ve günah, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız, kısacası hayır ve şer… hepsinin, Allah’ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna ve ondan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.
Kaza ve kader, Allah’ın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarıyla irtibatlı oldukları için, söz konusu dört sıfatın anlamlarını bilmek gerekir.
İlim: Gerçeğe uygun olan kesin bilgi, inanç; akıl ve duyuların alanına giren her şeyin tanınmasını sağlayan bir sıfattır. Allah’ın subuti sıfatlarından birisi olan ilim, Yüce Allah’ın olmuşu, olanı, olacağı, gizliyi, açığı, kısaca her şeyi, bütün nitelik ve özellikleri ile bilmesi demektir.
Allah’ın sınırsız ilmi, Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır:
“Rabbimiz! Şüphesiz sen, gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilirsin. Yerde ve gökte
hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.”
İrade: Bir şeyi yapma veya yapmama gücüne sahip olan hayat sahibinin bu iki şıktan birine kendi isteğiyle hükmetmesi, seçmesi, ya da düşüncenin ortaya koyduğu bir gayeye doğru yönelmesi demektir. Bu tarif, Allah’ın ve kulun iradesini kapsamaktadır. Cenab-ı Hakk’ın iradesine “külli irade”, kulun iradesine ise “cüzi irade” denir. Allah’ın, dilediğini, dilediği anda ve dilediği şekilde yapması demektir. Kur’an, Allah’ın bu sıfatını “Allah dilediğini yaratır.”
ayetiyle açıklar.
Allah’ın irade sıfatını anlatan şu ayeti de dikkatle okumak gerekir:
“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir. Hikmet sahibidir.”
Kudret: Allah’ın subuti sıfatlarından biri olan kudret, Allah’ın sonsuz güç sahibi olması ve bütün yaratılmışlara, ezeli takdire uygun olarak tesir edip tasarrufta bulunması demektir. O’nun kudretinin yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. Çünkü kudretinin zıddı olan acz, Allah hakkında düşünülemez. Allah’ın bir şeye “ol !” demesi ile, o şey hemen var olur. Yok olmasını istediği şey de, anında yok olur. Allah için “imkansız” diye bir şey yoktur. Mutlak manada kadir, yalnız
O’dur. Yaratıkların kudreti, Allah’ın verdiği nispette ve O’nun izni ile kullanılabilen sınırlı bir kuvvettir.
Allah’ın kadir ismi, Kur’an’da ölçen, biçen, biçim veren, takdir eden, programlayan anlamlarında kullanılmaktadır:
“Ölçtük, biçtik. Ne güzel biçim vereniz biz.” ayeti, buna örnektir. Gökleri, yerleri, nehirleri, dağları, geceyi, gündüzü, ayı, güneşi… yani, bütün varlıkları düzene koyan, görevlerini programlayan Allah’tır.”… (O,) her şeyi yaratmış, ona düzen vermiş, mukadderatını (yeteneklerini, özelliklerini, görevlerini) tayin etmiştir.” ayetleri, Allah’ın kudret sıfatını anlatmaktadır.
Tekvin: Allah’ın sübuti sıfatlarındandır. Mümkinata taalluk eden ve ilahi iradeye uygun olarak icad ile tesirde bulunan bir sıfattır. Bu duruma göre tekvin, ilim, kudret ve irade sıfatlarından farklıdır. Bir şeyin olmasını veya olmamasını aklın “olabilir” (mümkün) diye karşıladığı şeylerle ilgili bir sıfattır.
İnsan fiilleri ve kaderle ilgisi: Her şey, Allah’ın izni, dilemesi ve yaratmasıyla var olduğu gibi, insanların mümin veya kafir olması; herhangi birisinin malına, canına, evladına, maddi veya manevi, sözlü veya fiili, hoşuna gidecek veya gitmeyecek, iyi ya da kötü bir şeyin gelmesi; acı bir hadise, bela, felaket ve musibetin dokunması gibi olayların hepsi kaderde vardır ve hepsinin, ancak Allah’ın izni, dilemesi ve yaratmasıyla olduğunu,
“Yeryüzünde kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye (böyle yaptık.) Çünkü Allah, kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi sevmez.” anlamındaki ayet, açıkça beyan etmektedir.
İnsan iradesi ve sorumluluğu: Yüce Allah, insanlara özel bir güç, kuvvet ve irade vermiştir, insan, doğuştan hürdür, iradesini dilediği gibi kullanabilmektedir. Allah’a iman edebileceği gibi, O’nu inkar da edebilmektedir. İyi işler yapabileceği gibi, çok fena fiiller de işleyebilir. Çünkü insan, denenmektedir. Yüce Allah bu hususu şöyle açıklamaktadır:
“İnsanların hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim diye, şüphesiz yeryüzündeki şeyleri ona bir zinet yaptık.”
Bunun için insan serbest bırakılmıştır; o, iyi veya kötü ne isterse yapabilir, Allah, ona mani olmaz, izin verir. Bu gerçek,
“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” şeklinde açıklanmaktadır. Eğer izin vermezse, insan herhangi bir iş yapmaz. Kâinat ve insan, bütünüyle Allah’ın iradesi ve tasarrufu altındadır. O’nun izni olmadan, hiçbir varlık, kendi başına bir iş yapamaz. Buna göre insan, hayır veya şer, neyi isterse, Allah onu yaratır. İnsanın işte bu isteği, sorumluluğunun esasını oluşturur. Bunun sonucu olarak insanın yaptığı iyilikler kendi yararına,
kötülükler de yine kendi zararına olur. Allah, kullarının hakkını asla zayi etmez. Kimseyi yapmadığı veya irade etmediği işlerden, sorumlu tutmaz, cezalandırmaz. Bir ayette;
“Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” buyurulmakta ve Allah’ın zulümden münezzeh olduğu bildirilmektedir.
Kaza ve kaderin, tevekkül, rızık, hidayet ve dalalet ile ilgisi vardır. Bu kavramların kısaca bir açıklaması ise, şöyledir:
Tevekkül: Sözlükte dayanma, güvenme, vekil tutma anlamlarına gelen tevekkül; gerekli çalışmaları yapıp sebeplerini bir araya getirdikten sonra, istenilen sonucun alınması hususunda Allah’a güvenmek, teslim olmak ve sonucu O’na havale etmek demektir. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a tevekkül edilmesi istenmekte, “Mü’minler, yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” buyurulmaktadır.
Allah’a tevekkül: Allah’ın yardımını isteme, O’nun adaletine, kimsenin hakkını ve emeğini zayi etmeyeceğine, salih amellerin sevabını vereceğine, duaları kabul edeceğine inanma ve güvenme demektir. Allah’a tevekkül etmenin şartı, yapmak istediği iş için gerekli kurallara uyarak çalışmak, sonucu da Allah’a havale etmektir, insan, öncelikle yapacağı bir işin kurallarını araştırıp öğrendikten sonra, emek verecek, sabırlı olacak ve başarılı olmasını da Allah’tan isteyecektir. Çünkü, başarıya ulaştırmak, Allah’a aittir. İşte “Allah’a tevekkül” etmenin gerçek anlamı budur. Bu husus, Kur’an’da şöyle açıklanmaktadır:
“İman edip salih amel işleyenler var ya, onları içinde ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennet köşklerine yerleştireceğiz. Çalışanların mükafatı ne güzeldir. Onlar, sabreden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimselerdir.”
“Allah’a tevekkül edene, Allah yeter.”
Ecel: Sözlükte vakit, belirlenmiş bir zaman veya bir müddetin sonu gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise ecel, Allah tarafından her canlı için önceden takdir edilen hayat süresi ve bu sürenin sonu olan ölüm vakti demektir. “Ecel”in ölüm ve belirli bir süre anlamına geldiği ise, ayetlerde,
“Her milletin bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilir, ne de öne geçebilir.”
“Şüphesiz, Allah’ın belirlediği vakit gelince ertelenmez. Keşke bilseydiniz.” şeklinde açıklanmaktadır.
Rızık: Sözlükte nasip, pay ve şans anlamına gelen rızık, maddî ihtiyaç için gerekli olan nimet, insanın yararlanabileceği her türlü mal ve varlık diye de tarif edilmiştir. Allah’ın maddî ve manevi yönden insana sayılamayacak kadar nimetler verdiği, ayette şöyle açıklanmaktadır: “Allah’ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”
Ehl-i Sünnet alimleri, rızkı, “yararlanılmak üzere, Allah’ın canlılara verdiği şey” diye tarif eder ve “ondan, insan faydalanırsa (yerse) kendisine rızık olur” derler. Helal veya haram olması, onun rızık olmasına engel değildir. Allah’ın rızkı, dilediğine ölçü ile vermesi, kısması, Kur’an’da şöyle açıklanmaktadır: “Allah dilediğine rızkı açar, bol verir, dilediğinden kısar, az verir…”
Hidayet: Sözlükte yol gösterme, doğru yola iletme ve gerçeğe ulaştırma anlamına gelen hidayet, Allah’ın kitap ve peygamberleri vasıtasıyla insanlara doğru yolu göstermesi ve onları bu yola ulaştırması demektir. Daha çok insan filleri açısından değerlendirilen hidayet için Allah’ın, peygamber ve kitap göndermesini selef alimleri yeterli görmekle beraber, insanın gerçeğe ulaşmasını sağlayan ilahi iradenin, onu hidayete muvaffak kılması ve ilhamı kalbinde yaratıp, hayrı kolaylaştırmasıdır şeklinde açıklamışlardır. Bir ayette, “Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” buyurulmakta ve insanın hidayete erme işinin, iradesini o yönde kullanmasıyla birlikte gerçekleştiği bildirilmektedir.
Dalalet: Sözlükte gizleme, kaybolma, sapma, unutma ve doğru yolu bulamama gibi anlamlara gelen dalalet, hidayet kavramının zıddıdır. Bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan sapma demektir. Dalalet, Kur’an’ın bir ayetinde şöyle yer almaktadır:
“İşte onlar hidayete karşılık, dalâlet satın alanlardır.”
“Bize doğru yolu göster, kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.”
Kur’an’da, Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmamak, Allah’a şirk koşmak, zulüm yapmak gibi davranışlar, sapma olarak ifade edilmiştir. Allah’ın insanları saptırması, onların fiillerini kendi iradeleri doğrultusunda yaratması anlamındadır.
Dolayısıyla, insanların dalaletinde Allah’ın herhangi bir zorlama ve baskısı yoktur. Çünkü Allah, olmuş ve olacak her şeyi bilir. Hidayet ve dalaletten her biri kulların seçimiyle takdir edilip kazanılmış, ilahi kaza ve kaderle de yaratılmıştır.
Sonuç olarak; ; içinde yaşadığımız bu alem henüz yokken, zaman ve mekandan münezzeh olan Yüce Allah’ın, ezelden ebede yaratmasını irade buyurduğu her şeyi yoktan var etmesi, düzen vermesi, bu düzeni koruması; yaratılan her şeyin zamanını, yerini ve ölçülerini belirlemesi, biçimlendirmesi, tertip ve takdir etmesi anlamında bir ilahi kanundur. O’nun ilmi, zamanı, mekanı ve her şeyi kuşatır. O, her şeyi, istediği anda yaratma gücüne sahiptir. Kudretine engel hiçbir şey yoktur. Hayatı ve ölümü yaratan, bilmediklerimizi bilen, görmediklerimizi gören, bütün sesleri ve duaları işitip kabul eden, kudretine hiçbir şey ağır gelmeyen, yapamadıklarımızı yapan, her canlıya en elverişli organları var edendir. Canlıların rızkını veren, insanı dünyanın en mükemmel varlığı olarak yaratıp sınamak için bu dünyaya gönderen, varlıkları insanın hizmetine veren O’dur. Aynı zamanda canlıların varlıklarını sürdürmeleri için gereken ihtiyaçlarını düzenli bir biçimde karşılayan ve nihayet bu dünyayı, adına “Kıyamet” denilen ölümle sona erdirecek olan, arkasından tüm insanları hesap için mahşerde toplayıp, durumlarına göre onları, cennet veya cehennemde devam edecek olan ebedi hayata sevk edecek olan Allah’tır, işte kader, bilemediğimiz her şeyi içine alan
sırlarla dolu, bu ilâhî tecelliler için kullanılan bir unvandır. Allah’a ait olan bu sırlarla dolu tecellileri, zaman ve mekanla sınırlı bilgi ve aklımızla anlayıp kavramamız, çözümlememiz, elbette mümkün değildir. Çünkü biz, her şeyimizle kaderin içindeyiz. Bütün alemleri kuşatan, gözümüzün önünde, hatta kendi vücudumuzda işleyen kaderin
sırrını, Allah’a havale etmek gerekir. Öyle ise biz, kaderin Allah’a ait bir sır olan tarafıyla değil, sadece kendi fiillerimizle ilgili olanına bakmalı ve onların hayır mı, şer mi olduğunu anlamaya çalışmalıyız.